28 Ocak 2011 Cuma

İki Dil Bir Bavul Filminin Bende Bıraktığı Etki...

Az önce "İki Dil Bir Bavul" filmini izledim. Bazı yerlerde güldüm ama genellikle hüzünlü bir şekilde izledim. 7-8 yaşına gelmiş bir çocuğun karşısına bir öğretmen geliyor ve ona anlamadığı bir dilde bir şeyler söylüyor. İçlerinde büyük sınıflar da var ve onlar Türkçeyi biliyorlar. Onların yardımıyla bir şeyler anlamaya çalışıyorlar. Bu olaya iki yönlü bakalım. Öğrenci gözünden bakarsak hiç bilmediği ve anlamadığı bir dilde eğitim almaya çalışıyor. Anadilini sınıf içinde kullandığında öğretmeninden azar işitiyor. Ama çocuk ne yapsın bilmiyor ki öğretmenin ne dediğini o da refleks olarak Kürtçe cevap veriyor. Öğretmen yönünden bakarsak olaya; yeni okulda mezun olmuş bir öğretmen. Hiç doğuya gelmemiş, dilini bilmiyor. Çocuklarla anlaşamıyor. Bulunduğu şartlar gerçekten zorlayıcı. Suyu yok, elektrik devamlı kesiliyor. Ayrıca hiç Türkçe bilmeyen çocuklara Türkçe öğretmeye çalışıyor. Öğretmenin Türkçe bilmeyen öğrenciler karşısında çaresizliği. Gerçekten sabır isteyen bir iş. Filmde görüldüğü gibi bazen sabrı taşıyor. Her insanda olabileceği gibi. O çocukların halini görünce gerçekten içim cız etti. Çocukların yüzlerindeki o masumiyet ve mahcubiyet. Öğretmenin verdiği yeşil bir kalem açacağı çocuğu ne kadar sevindirdi. Annesine ballandıra ballandıra anlattı. Öğretmeninin bir başını okşaması yüzünde gülücükler açmasını sağladı. Yıllarca devletin soğuk yüzünü görmüşler. Başları okşandığında tabii ki de yüzünde güller açacak. Bir çok insana saçma gelebilir tüm bunlar ama hepsi realite. Biz gitmesek de görmesek de orada öyle bir yaşam var. Hani ilkokulda bize bir şarkı öğretmişlerdi hatırlarsınız. "Orada bir köy var uzakta/O köy bizim köyümüzdür/ Gitmesek de görmesek de/O köy bizim köyümüzdür." Bu şarkının nereden geldiğini biliyor musunuz? Bu şarkı Tek Parti zihniyetini ortaya koyan bir şarkı. O dönemde köyde yaşayan halk kendi haline bırakılmış. Gerçek dünyadan tecrit edilmiş. Ama gidilmese de görülmese de o köylerin sahipleri bilmişler kendilerini. Sen o köye, köylüye emek vermeden nasıl kendini oranın sahibi sanırsın, bizim dersin. O çocukların perişaniyetini görünce bu şarkı ve hikayesi aklıma geldi hemen. Bizim ülkemizden nice muhteşem insanlar çıkar ama onlara gereken ortamı sağlarsan. Ben kendime bakıyorum. İçinde bulunduğum nimetlere bakıyorum. Ve gerçekten hakediyormuyum tüm bunları bilmiyorum. Bu sorunun cevabını veremiyorum kendime. Acıtacağını bildiğim için söyleyemiyorum. O çocuklara bakıyorum. Ders çalışmak için ne sıkıntılara katlanıyorlar. Babası kalem aldığında sevinçten havalara uçacak neredeyse. Bense hiçbir şey olmamış gibi davranabiliyorum. Son zamanlarda gerçekten sorguluyorum kendimi. Ben tüm bu nimetlerin karşılığını nasıl vereceğim diye. O çocukları gördükçe daha kötü oluyorum. Rabbimden ümitvarım sadece. Başka da elden bir şey gelmiyor...

23 Ocak 2011 Pazar

Osmanlı Hoşgörüsünü Canlandırmak

Geçenler gazete okurken bir haber dikkatimi çekti. Cumhurbaşkanı'nın Yemen'de Türk Şehitliği açılışında söylenen "Yemen Türküsü"nde gözyaşlarını tutamadığı yazıyordu. Cumhurbaşkanı yaptığı konuşmasında bir şey daha ilgimi çekti: "Bir önceki akşam yenilen resmi yemekte bulunan yetkililer "Tuna nehri akmam diyor, etrafımı yıkmam diyor, şanı büyük Osman paşa, plevneden çıkmam diyor" türküsünü hep birlikte söylediler" ortak hafıza yaşamaya devam ediyor" demiş. Bu sözler beni bir an düşünceye sevk etti. Yıllar evvel aynı bayrağın altında yaşamış insanların yıllar sonra, araya ne kadar uzun zaman girsede, birbirlerini unutmadıklarını düşündüm. 600 yıllık Devlet-i Aliye'nin, nasıl bu kadar  uzun yaşadığının kanıtıdır bu resim bence. Asırlar boyunca kardeşçe yaşayan 72 millet, bu gün baktığımızda yeniden o günlere çalışmaktadır. Cumhurbaşkanının dediği gibi "Atalarımız gibi topraklarımızda vizesiz dolaşmak istiyoruz." Araya giren onca seneye rağmen hala bu milletler bir araya gelebiliyorsa bunu Osmanlı'nın hoşgörüsünde aramak lazım. Tarihe baktığımızda etnik milliyetçilik yapan devleterin yıkılmaya mahkum olduklarını görürüz (örneğin; emeviler veya hitlerin almanyası). Ama sorumluluk alanında yaşayan halka her türlü hoşgörüyü sağlayan devletler uzun yıllar boyunca yaşamaktadır. Türkiye açısından baktığımızda yıllarca yürütülen etnik politikaların ülkeye hiçbir katkısının olmadığının anlaşılması çok önemlidir bence. Osmanlının sağlayabildiği hoşgörü ortamının yarısını sağlayabilsek bugünden daha mutlu bir ülke olacağımız kesin...

20 Ocak 2011 Perşembe

2,5 aylık bebeğin açlıktan ölmesi üzerine...

Az önce okuduğum bir haber yıktı viran etti beni. 2,5 aylık bir bebeğin açlıktan öldüğünü okudum. Bir an durdum düşündüm. 2,5 aylık bir bebekti ölen. Ve de açlıktan ölen. Kendime baktım. 3 öğün yemek hemde dolu dolu. Kendimden utandım. Kübra bebekten utandım. Ahirette yakama yapışacağından korkuyorum. "Ben açlıktan ölürken sen tokluktan ölüyordun." dese söyleyecek bir sözüm yoktur ona karşı. Boynumda bir kul hakkı olduğunu biliyorum bu günden sonra. "Komşusu açken tok yatan bizden değildir." ihtarına muhatabım artık. Gerçi çok önceden biliyordum bu ihtarı. Ama hiç üzerine düşünmemiştim. Beni muhatap aldığının farkında değildim. Bu günden sonra farklı olmalı artık. Bugün bana bir ilahi bir ihtardı bu. Kendine çeki düzen ver denildi. Gerçekten de içinde bulunduğum duruma baktım. Sahip olduğum nimetlere baktım. Ve ne kadar az şükrettiğimi gördüm. Bu ölüm bizler için bir ibret. Allah(c.c) bizlere kendini hatırlatıyor. Bunun içinde minik Kübra'yı vesile kılıyor. Ayrıca ailesininde ahirette kurtuluşunun bileti oluyor. Minik Kübra'nın gördüğü vazifenin büyüklüğünü anlayabiliyor muyuz?
Haberin linki: (http://www.haber7.com/haber/20110119/25-aylik-Kubra-bebek-acliktan-oldu.php)

10 Ocak 2011 Pazartesi

Gelecek Üzerine Sesli Düşüncelerim...

Yine gece vakti uyanığım. Biraz ders çalıştım. Günün ışımasına az kaldı. Artık yoruldum ve bıraktım. Müzik açtım ve kendimle konuşuyorum şu an. Gelecek son günlerde kafamı çok kurcalayan bir konu. Bazen diyorum ki: "1 saat sonraya çıkacağın belli değil sen geleceği düşünüyorsun." Hemen karşı cevap geliyor: "Ama ya 100 sene yaşarsam." Bu türlü çelişkilerle kafamda kavga ediyor düşünceler. Son sınıfta olmanın verdiği bir rahatsızlık ta var tabii işin içinde. Okul bitecek sonrasında ne yapacağım diye düşünüyor insan. Gelecekte çalışacağım mesleğim acaba beni mutlu edecek mi? Yoksa bende çoğunluğa uyup karnımı doyuracağım ama zevk almayacağım bir mesleğe mi sahip olacağım. Sevdiği, zevk duyduğu mesleği yapıp da para kazanan insanları çok kıskanıyorum. Düşünsenize sizce dünyanın en zevkli işini yapıyorsunuz ve aynı zamanda geçiminizi de sağlıyorsunuz. Bu muhteşem bir şey. Çocukken ne olacaksın diye sorarlar hani hep büyükler. Benim cevaplarım da bir çok insan gibi zaman zaman değişmiştir. Hani belki hatırlayanınız vardır. Eskiden öğretmenlerin ellerinde öğrencilerle alakalı sarı dosyalar olurdu. Çok merak ederdik içinde ne yazıyor diye. Özellikle de sene sonlarında çıkardı o dosyalar ortaya. Hocalar harıl harıl dosyalara bir şeyler yazarlardı. İlkokul 4 idi yanlış hatırlamıyorsam. Hala saygıyla andığım Nahit Sanga hocam sormuştu bana ilk kez "Gelecekte ne olacaksın?" sorusunu. Biraz düşündüm ve "Deniz Subayı olacağım öğretmenim" diye cevaplamıştım. Neden öyle dedim bilmiyorum, hatırlamıyorum şu an. Belki de o dönem izlediğim bir şeyden etkilenmiştim. Sonra dönem dönem değişti gelecekte yapmak istediğim meslekler. Bir ara Komiser olmak istiyordum. Liseye geçince yine değişti yapmak istediğim meslek. Lise 1. sınıfta ki bilgisayar öğretmenimize özenerek, bilgisayar öğretmeni olmak istedim. En son Lise son sınıfa geldiğimde üzerinde karar kıldığım bir meslek yoktu. Bunu yapmış olduğum ÖSS tercihlerimde görebiliyordum. Çok çeşitli bölümler yazmıştım. Hukuk, Pdr, İşletme, Kamu Yönetimi, Maliye, Ekonomi. Bunlardan hangisi gelirse o bölüme gidecektim. Ekonomi bölümünü kazandım. İlk başlarda biraz tereddüt yaşadım. Acaba yapabilir miyim ben bu bölümde diye. Derslere girince zevkli konuları görünce kaygılarım gitti tamamen. Şimdi düşünüyorum da iyi ki de ekonomi okumuşum diyorum kendi kendime. Ekonomi okuyoruz ve yakında bitecek inşallah. Ama ben hala hangi mesleği yapacağımı bilmiyorum. Önümde çok çeşitli seçenekler var ama karar kılamıyorum. Gelecekte beni mutlu edecek mesleği yapmak istiyorum. Şimdiye kadar verdiğim kararların doğruluğunu bana gösterdiği için Rabbime şükrediyorum. İnşallah gelecekte yapacağım meslek içinde aynı doğru seçimi yaparım...

6 Ocak 2011 Perşembe

İlk karar anı...

2 gün önce başımdan geçen bir olaydan çıkardığım derslerden bahsedeceğim. 2 gün öncesine kadar "Klasik Üniversite Öğrencisi Modeli" nin içerisinde bende girmekteydim. Artık aldığım radikal kararlarla o modele benzemekten olabildiğince kaçınacağım. Neyse konuya döneyim. Aylarca önce verilmiş bir ödevi yapmayı teslim tarihinden bir gün önceye bırakırsan ne olur? İhtimaller; ya canını dişine takarsın ödevi bitirirsin, yada "yapabildiğimi yapayım gerisi kalsın" dersin. ben 2. seçenekteki gibi yapabildiğim kadarını yaptım ve bıraktım. Ama bir düşünce aldı beni. Dedim kendi kendime "Bu ödev sana 2 ay önce verildi ama sen şimdiye kadar salladın ve yapmadın. Şimdide durmuş elimden geleni yaptım diyorsun. Bu mu senin elinden gelen. Yarın hocanın karşısına çıkıp hocam ben elimden geleni yaptım ama olmadı mı diyeceksin. Hoca demez mi -ben bu ödevi 2 ay önce verdim size ama sen bana gelmiş elimden geleni yaptım diyorsun. 2 aydır neredeydin- diye". Böyle kendimle kavga ettikten sonra dedim ki "Ben bu ödevi yapmadan yatmayacağım. Saat kaç olursa olsun". Başladım ödevin geri kalanını yapmaya. Bıraktığım zaman gözümde büyüyen sorular şimdi teker teker aştığım engellere dönüşmüşlerdi. 1,2,3,5,10,20 derken bir bakmışım 50. soruya gelmişim ve aradan tam 6 saat geçmiş. Nasıl geçtiğini anlamadığım 6 saat. Ve o an öyle bir mutlu oldum ki tarifi imkansız. Bu sefer yine kendimle konuşmaya başladım: "Bak gördünmü bir de ben bu ödevi bitiremem diyordun. Nasıl bitti bak. Senin yanlışın o ilk gayreti gösterememendi. O ilk kararı verdiğin an zaten bitirmiştin sen o ödevi. Gerisi 6 saatlik bir teferruattı sadece." Ödevi tamamlamış olmanın verdiği huzurla ve 6 saat sandalye de oturmanın verdiği bel ağrısıyla kanepeye uzandım. Nasıl bir rahatlık anlatamam. Sanki dünyanın yükü üzerimdeydi de o an kalktı. O kadar rahatım yani. Neyse bundan sonrasını kısaltayım. Ödevimi hocama gösterdim ve beklemediğim kadar iyi bir not aldım. Aynı zamanda hocamla geleceğe dair çok güzel sohbet ettik ve ben huzurum kat kat artmış bir şekilde ayrıldım odadan. Daha sonra düşündüm. Ya ben bu ödevi yapmasaydım ve o şekilde hocanın yanına gitseydim. Aman Allah'ım yaşayacağım utancı düşünemiyorum. Yerin dibine geçerdim herhalde. Sonrasında Rabbime çokça şükrettim, teşekkür ettim. İçime atmış olduğu o ilk kıvılcım için. O ilk karar olmasaydı bütün bu huzuru yaşayamayacaktım. Ve içime doğdu bu karar benim yaşantımda çok keskin bir köşe olacak galiba...(bu yazı birçok insana çok saçma gelebilir, ama şu an içimi dökmek istedim sadece ve kendiliğinden döküldü kelimeler, durduramadım...Yapacak bişey yok...)