25 Şubat 2011 Cuma

Sigara ve Dünya Hayatı...

     Önce bir tohum düşer toprağa. Her şeyden habersizdir. Suyu içine çektikçe yırtar kabuğunu ve büyümeye başlar. Bir zaman sonra başını topraktan çıkarır. Güneşi ilk kez görür. Onunda yardımıyla daha da gelişir. Yaprakları çoğalır. Çoğaldıkça daha çok sevinir. Evlatlarıdır çünkü onlar. Kendi bağrında çıkan evlatları.  Önceleri yardımıyla büyüyüp serpildiği güneş, zaman gelir kavurmaya başlar onu. Neden böyle yaptığını soramaz bile. Ve bir gün gelir koparılır topraktan. Nasıl beslenir toprak olmadan. Evlatlarını nasıl besler. Ama onu duyan yoktur. Kendi gibi olanlarla birlikte üst üste bir yere yığarlar onları. Başlarına ne geleceğinin endişesiyle beklemektedirler. Ve bir makine görünür uzaktan. Neler olacağını bilemekle birlikte kötü bir şeyler sezmeye başlamışlardır artık. Ve biraz zaman sonra o makinenin içindedir. Koca koca bıçakların arkadaşlarını doğradığını görür ve aynı sonun kendisini de beklediğini. Evlatlarından ayırırlar onu. O nasıl ayrılıp tohum olarak toprağa düşmüşse aynı şey kendi evlatları içinde geçerlidir artık. Onların başına gelecekte neler gelebileceğini bilmektedir ama onlar hiç bir şey bilmiyorlardır. Gövdesi bin bir parçaya ayrılır. Her bir parçası bir yandadır artık. Hiçbirine sesini duyuramaz. Bir zaman sonra bir çok kimyasal olaylar geçmiştir başından. Hiçbirinin neden olduğunu bilmemektedir. Sonra onun gibi aynı işlemlerden geçmişlerle birlikte daracık bir kağıdın içine sıkıştırılmıştır. Dünyası kararmıştır artık. Hala sonunun nereye varacağını bilememektedir. Gün gelir ortalık biraz ışımaya başlar. Herhalde artık özgür olacağım diye düşünür. Bitti bütün sıkıntılar diye iç geçirir. Ama o da ne. Bir sesler duymaktadır ve de bir koku gelmektedir. Aynı kağıt parçasını paylaştıkları arkadaşlarının çığlıklarıdır gelen sesler. Bu da neyin nesi diye düşünür. Ve de ortalık çok ısınmıştır. Tam ne oluyor derken bir alev topunun içinde kalır. 3-5 saniyelik bir zamandır bu süreç. Ve ateş onu kavurur, küllerini de savurur. Dumanı da havaya savrulur gider ve saniyeler içinde dağılır. Dünyaya bıraktığı iz o 3-5 saniyelik dumandır. Zaten oda hemen dağılır.
     Dünyaya gelen insanın başından da buna benzer bir süreç geçer. Tohum olarak gelir dünyaya. Büyür, serpilir. Gün gelir evlatlara sahip olur. Zamanı gelince onlarda bırakıp giderler. Kalırsın bir başına. Çok çetrefilli olaylar geçer başından. Neler olduğunu anlayamazsın. Gün gelir yeniden güneşin doğduğunu hissedersin. Ama o ışıltı başkadır. Seni alıp götürecek olan Meleğin ışıltısıdır o. Etrafında bağırışlar duyarsın ama sen ne olduğunu anlayamadan göçüp gidersin bu hayattan. İnsanların zihninde 3-5 gün yer tutarsın. Ondan sonra zaten unutulup gidersin...
(Bu yazı, hayatta garip yaşamış ve garip ölmüş insanlara ithaf olunmuştur. Arkalarından bir Fatiha okuyanı bulunmayan insanlara bu vesileyle bir Fatiha gönderelim...)

16 Şubat 2011 Çarşamba

Postacı ve Mektup...

     Gazetelerin düzenli olarak çıkarmış oldukları kitap ekleri vardır... En çok okumayı sevdiğim şeylerdir onlar... Geçenlerde yine bir kitap eki okuyordum...Cahit  Zarifoğlu'nun Mavera dergisine yazı gönderen insanlara göndermiş olduğu mektuplar bir kitap halinde yayınlanmış...Onlara edebi eleştiriler getirirmiş bu mektuplarında...Bu mektupların üslubu, Zarifoğlu'nun köşesinde ki üslubuna çok benzemekteymiş...Zaten benzemesi lazım gelir...Yazar'ın üslubu her yerde aynıdır...
     Neyse bir an mektupların eskiden hayatımızda ne kadar hayati bir rol oynadığı aklıma geldi...Günümüz teknolojisine yenik düşerek, mazinin iletişim aracı oldu artık mektuplar...Telefon teknolojisi bu kadar yaygınlaşmadan önce hele hele e-mail'in daha fikri ortada yokken, mektuplar, taraflar arasında bir iletişim ağıydı...Zamanının en iyi iletişim aracıydı...Onun da atası telgraftı tabii onu da unutmamak gerekir...Neyse mektuplar, fiziken uzakta olan insanlar arasında bir iletişim aracıydı...Taraflar o sayfalara neler neler yazmamıştır ki...Asker mektupları, Aşk mektupları, Edebi mektuplar, Özel gün ve gecelere yönelik mektuplar vb. gibi çeşitleri vardı...Mektup yazmanın bir adabı vardı...Girişi olsun, selam gönderimi olsun, gelişmesi ve sonucu olsun hepsininbir kuralı vardı...Yazılı kurallar değildi bu tabii...Genel kabul görmüş bir kurallar sistemiydi...Tüm bunlar teknolojik gelişmeyle birlikte hayatımızdan kalktı. Artık e-mailler var. Keşke bu kurallar sistemini e-mail'e de aktarabilseydik. Ama ne yazık ki "hız" çağında bulunduğumuzdan yazımızda da bu "hız" a ayak uydurmak zorundayız.
     Bir zamanlar "Postacı" lık gözde meslekti. Herkes onların yollarını gözlemekteydi. İnsanlar arasında iletişimi sağlayan en önemli araçtı onlar. Şimdilerde işleri sadece kredi kartı ekstreleri ve mahkeme tutanakları getirmek durumuna düşse de mazinin gizli kahramanlarıydı onlar. Yıllar geçtikçe ve değişenleri gördükçe insan bir değişik oluyor be yaa...yaşlandık mı ne...:))

10 Şubat 2011 Perşembe

Bir diyalog üzerine aklıma üşüşenler...

Geçenlerde şahit  olduğum bir doktor-hasta diyaloğunu aktarmak istiyorum:
(Doktor: D, Hasta: H)
D: Neyiniz var amca?
H: Öksürük çok fazla doktor oğlum.
D: Sigara kullanıyor musun amca?
H: Evet.
D: Bırakman lazım amca.
H: ...
D: ...

Burada ne var normal bir doktor-hasta diyaloğu diyebilirsiniz. Benim takıldığım nokta başka ama. Doktorun "Sigarayı bırakman lazım." söyleşinin şekline takıldım ben. Doktor bu cümleyi söylerken elinde bir kağıt bir şeyler yazıyordu ve hastaya hiç bakmadan söyledi bu cümleyi. Ama öylesine söylenmiş havası vardı cümlede. Ben öyle sezdim. Düşündüm; büyük ihtimalle o doktorun kendisi de sigara kullanıyordu ve öyle bir kere söylemeyle sigaranın bırakılamayacağını kendisi de biliyordu. Ama refleks gereği bu cümleyi söylemeliydi. Ve söyledi de. Ne kendisi inandı bu söylediğine ne de Hasta amca. Tekrar daldım düşüncelere. Sen kendin inanmadığın bir şeyi karşındakine söylediğinde onu bu şeye ne kadar inandırabilirsin? Bir kere inanmadan söylediğin sesinin tonuna yansıyor. En azından ona bir neden sun. Şundan dolayı falan de.Yok öle bir şey. Sadece söyle geç. Olur mu? Olmaz. Meşhur bir örnektir: Ebu Hanife'ye bir baba çocuğuyla birlikte gelir ve adam der ki: "Çocuğum çok şeker yiyor. Ona nasihat et de bıraksın bu alışkanlığını." Ebu Hanife adama: "40 gün sonra gelirseniz yardımcı olurum." demiş. Adam neden olduğunu anlamamış ama 40 gün beklemiş ve tekrar gitmiş. Ebu Hanife bu sefer çocuğu yanına almış ve nasihat ederek çocuğun bu alışkanlığından vazgeçmesini sağlamış. Ama adamın kafasına takılmış neden 40 gün sonra diye ve sormuş Ebu Hanife'ye. Ebu Hanife'den gelen cevap bu yazının da ana fikrini oluşturuyor: "Siz gelmeden önce ağzıma bir şeker atmıştım. Siz geldiğinizde hala ağzımda şeker tadı vardı. Ağzımda ki şeker tadıyla çocuğa nasıl şekeri bırak diye nasihat ederdim. Vücudumda ki şekerin etkisi geçince yani 40 gün sonra gelmenizi bu yüzden söyledim." demiş. Birine bir nasihat vereceğimizde önce kendimize baksak daha iyi  olmaz mı?...(hikayeyi hatırladığım kadarıyla yazdım...sürç-ü lisan varsa bizden biliniz...)