28 Kasım 2013 Perşembe

Kredi Derecelendirme Kuruluşları ve Dünya Ekonomisindeki Rolleri

       Teknolojinin çok hızlı bir şekilde gelişmesiyle birlikte dünya üzerindeki ülkeler birbiriyle eskiye nazaran daha fazla ilişki kurmaya başladılar. 80’li yıllardan itibaren küreselleşmenin kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamasıyla ülke ekonomileri de birbirlerine bağımlı hale gelmişlerdir. Hemen her ülke diğer ülkelerle olan ticaretini geliştirmek için adımlar atmış, birine mal satarken (ihracat), bir  başkasından da mal almaya (ithalat) başlamıştır. IMF ve Dünya Bankası’nın kurulmasından itibaren de hem bu kuruluşlar ülkelere hem de ülkeler kendi aralarında birbirlerine borç vermeye de başlamışlardır. İşte tam bu noktada Kredi Derecelendirme Kuruluşları (KDK) önem kazanmaya başlamıştır.
            KDK’ların ilk ortaya çıkışı 1909 yılına uzanmaktadır. Amerika’da iş yapan demiryolu şirketlerinin aldıkları borçları geri ödeyebilmesini ölçebilmek için John Moody tarafından ilk derecelendirme yapılmıştır. 1924 yılında Fitch şirketi bugünkü kullanılan üç harfli notlandırma sistemini oluşturmuştur. 1929 Büyük Buhran’a kadar çok göz önünde olmayan KDK’lar kriz sonrası Amerikan hükümeti tarafından, piyasaya sürülecek tahvil ve bonoların derecelendirmesini yapmak üzere yasayla yetkilendirilmiştir.
            Kredi derecelendirmesi, yatırımcıların hakkında bilgi sahibi olmadıkları ya da olamayacakları değerli kağıtlar, şirketler, ülkeler vb. hakkında kendileri adına KDK’ların bilgi toplaması ve bu bilgiler ışığında bu yatırımların yönlendirilmesidir. Kredi notlarının en önemli işlevi borçların maliyetini belirlemesidir. Yüksek notlara sahip şirketler ve ülkeler finans piyasasından düşük faizli ve uzun vadeli borçlanabilmekteyken tam tersine düşük nota sahip ülkeler ve şirketler piyasadan ya çok maliyetli bir şekilde borçlanmaktadır yada hiç borçlanamamaktadır. Aslında yaptıkları iş yatırımcılar açısından çok önemli bir işlevi yerine getirmektedir.
            KDK’ların ülkelere not verirken incelediği bazı göstergeler vardır. Bunların başlıcaları; Ülke ekonomisinin gelir oluşturma kapasitesi (GSYİH ve Kişi Başına Düşen Milli Gelir); Ülkelerin dış borç yükümlülüğü (Dış Borçlar/GSYİH) ve ülkenin içinde bulunduğu siyasi durumdur. Bu göstergelerden ağırlığı en fazla olanı siyasi ortamdır. Zira siyasi ortamı riskli olan ülkelere yatırımcılar güvenememektedirler. Küresel ekonomi içinde ülkelerin ekonomik işlevlerini devam ettirmek için ihtiyaç duydukları yabancı fonları uluslararası piyasalardan sağlamaları, büyük ölçüde bu kuruluşların verdiği kredi notuna bağlıdır. Ama bu demek değildir ki KDK’lar olmadan ülkeler borçlanamaz ve yatırım çekemezler. Bu ülkelerin dünya çapında güvenilirliğine bağlı olan bir durumdur.
Son zamanda S&P’nin Türkiye’nin notunu pozitiften durağana çevirmesine karşın dünyaca ünlü firmaların yatırım için Türkiyeyi tercih etmeleri KDK’ların her zaman etkili olmadıklarını göstermektedir. Gelişmiş ülkeler krizle boğuşurken Türkiye’nin büyüme rekorları kırması bu yatırımcılar açısından daha önemlidir. Tabii ki bu yatırımların Türkiye’ye yönelmesinde başka bir etkende yakın zamanda açıklanan teşvik paketidir. Türkiye’nin notunun pozitiften durağana çevrilmesinden sonra gelen tepkilere S&P’tan yapılan açıklamada, şirketin Türkiye Baş Analisti Eileen Zhang not düşürümünün başlıca iki sebebinin olduğunu söylemiştir. İlki Türkiye’nin dünyada dinamik bir şekilde büyüyen bir ülke olmasına karşın bu büyümenin büyük kısmının yabancı yatırımdan kaynaklandığını ve bu bağımlılılığın riskli olmasıdır. İkinci olarak da cari açığı hedef gösteriyor ve bir örnekle açıklıyor. Türkiye’nin bir hane halkı olarak düşünüldüğünde 100 TL kazandığını ama 140 TL harcama yaptığını aradaki 40 TL’nin dış finansman yoluyla sağlandığını ve bunun ülke için büyük risk olduğunu söylüyor. Bu noktada S&P yanılmaktadır. Çünkü yaptıkları analizlerde statik verileri kullanarak bir sonuç ortaya koymaktadırlar. Bu da yanılmayı beraberinde getiriyor. Kriz içindeki dünyada ayakta kalan çok az ekonomiden biri olduğunu gözden kaçırıyorlar. Ayrıca ülkeler borçlarını dönderebildikleri sürece cari açık sıkıntı olmaktan çıkmaktadır.
1960’lara kadar sadece yatırımcılardan para kazanan KDK’ların bu tarihten itibaren tahvil ve bono arz edecek olan kurumlardan da para almaya başlamasıyla güvenilirlik noktasında şüpheye yol açmaya başlamışlardı. KDK’ların ilk fiyaskosu Güneydoğu Asya krizinde ortaya çıkmıştır. Krizin gelişini göremeyen KDK’lar yönlendirdikleri yatırımcıların çok büyük zararlara girmelerine neden olmuşlardır. KDK’ların ikinci büyük fiyaskosu ise Enron enerji şirketinin batması hadisesidir. Kurulmasından itibaren çok hızlı büyüme gösteren şirket, enerji sektörünün yıldızı haline gelmişti. KDK’lar da bu hızlı büyümenin en önemli unsuruydular. Zira şirket  yüksek notlara sahip olması hasebiyle çok yüklü miktarlarda ve ucuz bir şekilde borçlanabilmekteydi. Ama şirketin yükselişi hızlı olduğu gibi düşüşü de çok hızlı oldu. Şirketin iflas etmesinden 2-3 gün öncesine kadar en yüksek notlarla derecelendirmesi KDK’ları zora soktu. Şirketin batacağını öngörememişler ve yatırımcıları çok büyük zarara uğratmışlardı.
            KDK’ların ülkeleri ve şirketleri denetleyip onların finansal açıdan güvenilirliklerini belirlerken kendilerinin hiç bir denetimden geçmemeleri büyük bir çelişki ortaya koymaktadır. Verilen notların ne kadar güvenilir olduğu akılları kurcalamaktadır. Özellikle son yaşanan Küresel Finans Krizinde çöp değerindeki çok riskli kağıtlara yüksek notlar verilmesi ve krizin burdan patlaması bu şirketlerin güvenilirliklerini zedelemiştir.
            Küresel Finans Krizi sonrasında ABD ve krize giren diğer ülkelerde KDK’lar ciddi şekilde sorgulanmaya başlamışlardır. ABD Temsilciler Meclisi Başkanı ve Kongre’nin etkili isimleri, dünyanın en büyük derecelendirme kuruluşları olan Moody’s, Standard and Poor’s ve Fitch’in mortgage destekli menkul değerler için kasten yüksek not verdiğini ısrarla iddia etmektedirler. Her üç derecelendirme kurumundaki tepe yöneticilerini sorgulayan ve resmî şirket belgelerini inceleyen Başkan, bu kuruluşların güveni kötüye kullandıklarını açıkça ifade etmiştir. Anlaşıldığına göre, mortgage destekli kağıtları derecelendirmekle görevli komitelerdeki uzmanlar, kişisel paralarını yatırdıkları menkul kıymetlere aşırı notlar vermişler, yani yatırımcıyı değil, kendi yatırımlarını düşünmüşler. Bir S&P yöneticisinin çalışma arkadaşlarına 2006 yılında gönderdiği e-maildeki, “Umut edelim ki bu kağıt kartlardan ev yıkılmadan önce hepimizi emekli olmuş ve müreffeh bir hayat standardına kavuşmuş olalım.” sözleri Senato raporuna girmiştir. Moody’s‘den atılan bazı üst pozisyonlardaki değerlendirme görevlileri, eski şirketlerinin piyasadaki etkinliğinin devam edebilmesi için yapılan manipülasyonları kamuoyu ile paylaşmışlardır. Yüksek not vermeleri için teşvik edildiklerini, şişirilmiş notlar için herhangi bir yaptırımın mevcut olmadığını ve bu durumun şirket içerinde ciddi yozlaşmaya sebebiyet verdiğini açıklamışlardır. Ayrıca KDK’ların riskli varlıkların derecelendirilmesinden doğan gelirleri çok büyük miktarlara ulaşmıştır. (Tablo 1) Bu da gösteriyor ki kâr uğruna tüm dünyayı tehlikeye atmışlar.
Bu yüzyılda birkaç büyük krizden geçen Amerika, ekonomisini korusun kollasın diye oluşturduğu güçlerin aslında ekonomik krizlerin de kaynağı olduğu gerçeği ile böylece yüzyüze geldi. Günümüzde bilgiye ulaşmanın kolay olmasından dolayı KDK’ların işlevini yitirdiği görüşü konuşulmaya başlanmıştır. Esasında dünya genelinde "kredibilitesi" azalan uluslararası KDK'ların, ülke riski notlarını belirlemede biraz da "dikkat çekmek" istemeye çalıştığı iddialı bir yorum olmayacaktır.
Bu noktada bahsedilmesi gereken çok önemli bir husus, şu anda piyasada bir oligopol yapının (az sayıda firmanın piyasaya egemen olduğu durum) var olduğudur. Bu oligopolleşmeyi önlemek için adımlar atılmış olsada, çabalar sonuçsuz kalmıştır. Sektöre giren yeni firmalar tutunamamışlar ve bir çoğu sektöre veda etmişlerdir. Son zamanda konuşulan başka bir konuda bir çok ülkenin bir araya gelerek bir KDK kurmaları gerektiği konusudur. Zira devlet desteği olmadan şirketler sektörde tutunamamaktadırlar. Ama burada da şöyle bir sorun çıkabilir. KDK’nın ortağı olan ülkelere,  şirket bağımsız notlar verebilir mi? Eğer güvenilirlik sorunu aşılabilirse şu an ki mevcut üç şirketin sektördeki ağırlığının düşürülmesi gerekmektedir. Zira bu üç şirket sektörün %90’ını tutmuşlardır. Son zamanlarda KDK’ların çok fazla yanlışa düşmeleri ve dünya çapında tepki görmeleri, yaptırımlara maruz kalacağının habercisi olabilir.

Kaynakça
  • “Uluslararası Kredi Derecelendirme Kuruluşlarını Rolü, Güvenilirlik Açısından Sorgulanması ve Türkiye” ; Prof. Dr. Erdinç Tutar, Yrd. Doç. Dr. Filiz Tutar, Araştırma Görevlisi Mehmet Vahit Eren; Akademik Bakış Dergisi Sayı: 25 Temmuz-Ağustos 2011, Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi
  • “Global Krizlerin Ortaya Çıkmasında Kredi Derecelendirme Kuruluşlarının Rolü” ; Ersagun Şimşek, Araştırma Direktörü/Ekonomist; Çerçeve Dergisi Mart 2009 Sayısı
Bunlarda ilginizi çekebilir:

7 Mayıs 2012 Pazartesi

"Blue Ivy" Olmak ya da Olmamak

Bir bebek dünyaya gelir. Ailesi üzerine çok fazla titrer. Her şeyi en iyisinden olsun isterler. Peki bunun bir sınırı var mıdır ya da olmalı mıdır? Mesela ayakkabıya ne kadar para verirsiniz? Bebek arabasına ne kadar para verirsiniz? Ayakkabıya 35000$, bebek arabasına 1000000$ mesela. Yok artık dediğinizi duyar gibiyim. Ama veren var. Dünyaca ünlü şarkıcı Beyonce ve eşi Jay-Z kızları "Blue Ivy" için bu paraları ve daha fazlasını verdi. Ebeveynler çocukları için canlarını verirler yeri gelirse. Hiç bir şey esirgemezler ama bu kadarı fazla değil mi Allah aşkına? Dünyada milyonlarca çocuk yiyecek ekmek bulamazken bebeğin ayakkabısı için 35000$ verirken hiç için acımaz? Türk parasıyla yaklaşık 62000 TL. Asgari ücretli birinin kazandığı parayı hiç yemeden 8 yıl biriktirebileceği bir parayı çocuğun sadece bir kaç sene giyeceği bir ayakkabıya harcamak nasıl bir psikolojidir acaba? Bu insanlar dünyayı sadece kendilerinin bulunduğu ortamdan mı sanıyorlar acaba? 7 milyar insanın yarısının aç olduğu bir dünyada, her gün yüzbinlerce çocuğun açlıktan öldüğü dünyada hak mıdır bu? Hadi geçtim onları benim sahip olduğum nimetlerle dünyanın yarısından daha iyi bir yaşama sahibim. Bunun vebalini düşününce "bittin oğlum sen" diyorum içimden. Çok klişe oldu artık ama dünyada silaha harcanan  para 1,5 trilyon dolarken çok görmemek lazım aslında. Hiç yoktan insanların birbirini yemesi için harcanmış değil. Rabbim ıslah et bizi.Amin.

11 Ocak 2012 Çarşamba

Sertifika Sevdası

     Son zamanlarda üniversite gençliğinde sertifika sevdası denen bir hastalık zuhur etti. Öncelikle bu hastalığın ne olduğunu görelim. Bu sertifika denen obje üniversitelerde kulüplerin veya sivil toplum kuruluşlarının düzenlediği seminerlerde verilen çok cafcaflı bir kâğıt parçasıdır(!). Aslında kağıt parçası deyip geçmemek lazım zira o kadar etkili bir kağıt parçası ki sertifika verilmeyen, gerçekten işe yarar programlar sadece bu sebepten dolayı üniversite gençliği arasında tercih edilmiyor. Ama gel gör ki hiçbir işe yaramayan, sadece etkinlik yapmış olmak için yapılan programlar, verilen sertifikalar sebebiyle tercih sebebi oluyor. O kadar ki salonlar dolup  taşıyor. Birde o kadar ilgi çekici bir şekilde sunuyorlar ki o kağıt parçasını o programa gitmeyip o sertifikayı almasa ömrünün yarısı boşa gidecek zannediyor üniversiteli arkadaşım. Normalde ders programında olan sabah dersine kalkıpta gitmeyen arkadaş, sabahın köründe sertifikalı program var desen Apple tarikatına bağlı müritler gibi salonların önünde sabahlayacaklar. Halbuki program program koşup topladıkları o sertifikalar hiçbir işe yaramayacak. Bu güne kadar kimse de söylememiş onlara bu durumu. İşe başlayınca CV lerine yazacaklar bu sertifikalarını ama kimse dönüpte bakmayacak o kağıt parçalarına. Zira o kağıt parçalarının herhangi bir geçerliliği yok. Hemen şimdi matbaaya gidip kendinize düzinelerce yaptırabilirsiniz. Ama arkadaşımız zannediyor ki ne kadar çok sertifika toplarsam işe girmem o kadar kolaylaşır. Yok öyle bir dünya maalesef...
     Burada bu programları düzenleyenlerin yaptıkları bir alicengiz oyununuda aktarmak istiyorum. Başıma geldiği için biliyorum. Bende bir zamanlar bu sevdaya kendini kaptırabilecek potansiyel bir kurbandım. Bir gün sertifikalı bir programa katıldım. Tanıtım broşüründe programın ücretsiz ve sertifikalı olduğu büyük puntolarla yazıyordu. Bende hem boş vaktimi değerlendirmek hem de ilk sertifikama sahip olmak için gittim programa. Program oldu bitti çıkışta sertifikaların 1 hafta sonra dağıtılacağı anonsu yapıldı. Bir hafta sonra sertifikayı almaya gittiğimde oradaki görevli arkadaşla program hakkında üç beş cümle konuştuk. Sertifikayı almak istediğimde ise arkadaş benden 5 TL ücret talep etti. Şaşırdım çünkü broşürde ücretsiz olduğu yazıyordu.  Bu belirttim kendisine ama işin rengi başkaymış. Kulüp üyesi olanlara ücretsiz olarak veriyorlarmış sertifikayı. Tamam, o zaman bende üye olayım dedim. Bu sefer de 20 TL üyelik ücreti istediler ve bundan sonra alacağım sertifikaların ve katılacağım etkinliklerin ücretsiz olacağını da belirttiler. Bunları duyunca aklımdan geçenleri söylemek istemiyorum zira anlaşılmıştır herhalde. Biraz daha kalırsam borçlu çıkacağım düşüncesiyle teşekkür ederek hızlıca ayrıldım oradan. Görüldüğü üzere bu işi ticarete dökmüşler. Bizim gariban üniversiteli genç arkadaşımızda koşa koşa gidiyor o programlara. Tabii düzenleyiciler de bu durumu bildiklerinden her hafta en az bir program düzenliyorlar. Tüm bunlardan sonra bu işi ciddi bir şekilde yapan ve verdikleri sertifikaların gerçekten bir geçerliliği olanlar bu anlattıklarımdan muaflar tabii ki. Zira onların verdikleri eğitimler ve sertifikalar bir ihtiyaca binaen veriliyor ve ücretleri de bir hayli yüksek. 
     Bu yazıyı yazmama sebep olan olayda bir akrabamın bana böyle bir programa katılacağını ballandırarak anlatmasıdır. Ama onun katılacağı paket program olarak tabir edilen 8-10 farklı seminerin ve sertifikanın verileceği bir program. Ücreti de sadece 80 TL (cik). Neden bu programa katılmak istediğini sorduğumda bana verdiği cevap benim anlattıklarımın ne kadar doğru olduğunu ortaya koyuyor. Aynen şöyle dedi: “İlerde belki lazım olur dursun bir kenarda.” Bu sözü duyunca sinirlerim zıpladı derler ya aynen öyle oldu bana da. Yukarıda yazdıklarımı ona da anlattım ve uzun çabalarım sonucunda vazgeçirmeyi başardım. Çok mutluyum ve bu yaptığımdan hiç pişman değilim…
(NOT: Kulüpçülük yapan arkadaşlarım alınmasınlar yazdıklarımdan zira bunlar gerçek maalesef... Gerçekler acıdır her zaman...)

3 Ocak 2012 Salı

Dünyadaki Son Ekonomik Gelişmeler ve Beklenen Kriz


     Son günlerde oldukça sık bir şekilde yeni bir kriz dalgasının tüm dünyayı etkileyeceği konuşulmakta. 2008 Finans kriziyle bağlantılı olarak beklenen yeni kriz, selefinden daha yıkıcı bir etkiye sahip olacağı öngörülüyor. Zira 2008 krizinde alınan önlemler, etkin ve yeterli olmamakla birlikte olası krizi içinden çıkılamayacak bir hale sokacak.  Zira geçtiğimiz haftalarda ABD’nin yaşadığı borçlanma tavanının yükseltilmesi görüşmelerinin kongrede muhaliflerce tıkanması ve zorlu ikna süreçlerinin ardından çıkan onay ABD’nin içinde bulunduğu durumu gözler önüne sermektedir. Ekonominin güven vermemesi muhaliflerin en büyük kaygılarıydı. Şu an bunu aşmış görünüyorlar ama yinede ABD bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtulmuş değil. Sadece kısa süreli bir ertelenme yaşandı. Yine aynı şekilde önceleri İrlanda’nın daha sonra İspanya ve son olarak Yunanistan içine düştüğü belirsizlik ortamı yeni bir kriz beklentilerini artırdı.
     Olası krizin sebeplerinden en önemlisi geçmişte uygulanan ve kısa vadeli çözüm getiren ama uzun vadede bir işe yaramayan IMF çıkışlı kriz çözümlerinin hala uygulanıyor olmasıdır. Nobel Ödüllü iktisatçı Joseph Stiglitz’in altını çizdiği şekilde “ (IMF’de) Kararlar, ideoloji ve kötü ekonomiden oluşan tuhaf bir karışıma dayanarak veriliyordu… Krizler patlak verdiği zaman, IMF “standart ” olsa bile modası geçmiş, yersiz çözümler içeren reçeteler veriyor; bu politikaların uygulanması istenen ülkelerdeki insanların bunlardan nasıl etkileneceklerini göz önüne almıyordu… IMF’nin yapısal uyum politikaları (bir ülkenin krize ve daha kalıcı dengesizliklere uyum sağlaması için tasarlanan politikalar) birçok ülkede açlığa ve ayaklanmalara yol açıyor.” Geçtiğimiz birkaç ayda Yunanistan da ve geçen haftalarda İngiltere’de ortaya çıkan halk ayaklanmaları Stiglitz’in söyledikleri ile birebir örtüşüyor.
     Bu çözümlerden biri kemer sıkma politikaları ile devletlerin giderlerini azaltmak ve para artırma yoluyla krizden kurtulmaktır. Bu politika görünürde çok basitmiş gibi gözükse de etkisi tüm ülkeyi kapsayacak kadar karmaşık bir politikadır. Yapılması gereken ülkelerin gereksiz yaptıkları harcamaları kesmek iken neredeyse devletin tüm giderlerinden kesinti yapılarak krizi derinleştirici bir politikaya dönüşmektedir. Yapılan bu kesintiler yurtiçi talebi düşürmekte ve ülkenin krizden çıkması için motor görevi görecek bir araç devre dışı bırakılmaktadır. Talebin düşmesiyle birlikte üreticiler de üretimlerini azaltacak ve azalan üretimlerde işçi çıkarımları ile dengelenmeye çalışılacaktır. Bu bir kısır döngü şeklini alacak ve içinde bulunulan krizden daha kötü sonuçlar doğuracaktır.
     Son günlerde Kredi Derecelendirme Kuruluşlarının da katkısıyla tüm dünyada yeni kriz beklenmeye başlandı. Yunanistan ile başlayan not düşürmeler en son ABD’yi etkiledi. Bir derecelendirme şirketinin ABD’nin notunun bir kademe düşürmesiyle tüm dünya borsalarında endeksler ortalama %5-8 civarında düşüşler gördü. Bir günde borsalar piyasa değerlerinde milyar dolarlarla ölçülen düşüşler yaşandı. Geçenlerde çıkan bir haberde derecelendirme kuruluşlarının menkul kıymet ihraç eden şirketlerin değerli kâğıtlarına yüksek notlar vermek için para aldığı ve bu kâğıtlara olduğundan yüksek not vermek istemeyen analistlerini de işten çıkardığı iddiası ortaya atıldı. 2008 Finans krizinin, en yüksek not ile notlandırdıkları kâğıtların batması sebebiyle çıktığı göz önüne alınırsa, bu iddia her ne kadar kanıtlanmamış olsa da bir doğruluk payı içeriyor. Bağımsız oldukları söylenen Kredi derecelendirme kuruluşlarının bağımsız olmadıkları da hem 2008 krizinde hem de bu olayda ortaya çıkmıştır. Bu şirketler son merci gibi kabul görmektedir. Denetim eksikliği olan bu sektörde şirketler kendi istedikleri gibi hareket etmektedirler. Bu da sonucu belli bir yıkıma yol açtı.
     Geçenlerde ilginç bir çıkış yapan ünlü milyarder Warren Buffett kriz reçetesi olarak bir öneri sundu. Kendilerinin yıllardır büyük paralar kazandıklarını ve bugün krizde bu paraların ülkenin yararına kullanılması için “Servet Vergisi” alınması gerektiğini söylüyor. Buna bir destek de Fransız bir iş kadınından geldi. Aslında bu çıkış bize ters geliyor. İnsanlar gönüllü olarak vergi vermek istemezler. Ama Buffett bu çıkışıyla aslında kendilerine zararı dokunmadan bu krizin bir an önce bitmesi için “zorunlu bir gönüllülük” ile vergi vermek istiyor. Zararın neresinden dönersen kardır mantığıyla alınan bir karar.  
     Her şey bir yana aslında krizlerin çok önemli bir yönü daha var. Ders çıkarmasını bilenler için geleceği sıfırdan daha sağlam, geçmiş hataları yapmadan yeniden kurabilmek fırsatı verir insanlara ve toplumlara. Kurulu bir düzeni bırakıp da radikal kararlar almak kolay değildir. Ama düzen bir kere yıkıldıktan sonra yeniden ve daha güçlü bir şekilde kurmak için cesaret ve güven eskiye nazaran daha fazladır. Düzen devam ederken göze alınamayan bir çok karar çok radikal bir şekilde uygulamaya konulabilir. 2001 krizi sonrası Türkiye’nin aldığı kararlar bugünümüzü şekillendirdi ve bizleri dünya devlerinin içine düştüğü çukura düşürmedi. Alınan kararlar çok radikaldi ve geri dönüşler kısa bir süre sonra alındı.
     Türkiye’nin geçmişinden ders almış olmasına şöyle bir örnek verebiliriz. Türkiye’de iş yapan yabancı şirketler ülkeye ilk geldikleri zaman kendi bünyelerinde çok önemli işler yapmış yöneticilerini Türkiye operasyonlarını yönetmek için atarlardı. Ama şu sıralar bu olgu değişmeye başladı ve dünya devlerinin hem Türkiye’de ki şirketlerinde hem de şirketlerinin en üst kademelerinde Türk yöneticiler görev yapmaya başladı. Dikkatli bir şekilde bakıldığında bu yöneticiler 2001 krizini yaşadılar ve bundan ders çıkararak bulundukları şirketlerde ona göre karar almaktadırlar. Bu şirketler Türk yöneticilere ayrı bir önem atfetmektedirler. Zira kriz yönetimini canlı canlı yaşamışlardır.
     Beklenen krizde Türkiye’nin durumu nasıl?  2008 Finans Krizi’nden gelecekten ders alarak kurulan güçlü kurumları sayesinde yara almadan çıkan Türkiye’yi olası krizde nasıl bir sonuç bekliyor? Merkez Bankası’nın faiz indirimleri kararları dünya otoriteleri tarafından şaşkınlıkla karşılanıyor. Böylesi bir kriz ortamında faiz indiriminin yabancı sermayeyi kaçıracağı ve likidite darlığına düşüleceği geçmişte yapılan uygulamalarda görülüyor. Ama şu ana kadar bu indirimlerin bir zararı olmadı. Bence bunun en önemli sebebi geçmişte çıkan ekonomik krizlere birde siyasi kriz eşlik ederdi ve yabancı sermaye bu çift yönlü kriz ortamında ne kadar faiz artırsan da çok kalmak taraftarı değildi. Ayrıca çıkan krizler içerden yani ülkemizin ekonomik aksaklıklarının nedeni olduğu krizlerdi. Ama son krizler bizim dışımızda ortaya çıkan krizlerdir ve bu krizlere bir siyasi krizde eşlik etmemektedir. Bunun için yabancı sermayenin parasını kaçırmak gibi bir sorunu yok. Zira tüm dünya krizde olduğu için parasını götürebileceği güvenli ekonomilerde çok az. Türkiye bunlardan bir tanesi durumunda şu an.
     Türkiye’nin bu durumda sıkıntılı olabileceği bir konu cari açık konusudur. Ama bu konu bizim dışımızda ki ülkelerin ve kurumların dillendirdiği kadar vahim ve çözülemeyecek bir konu değildir. Cari açık kısaca dış dünyadan aldığımız malların (ithalatın), dış dünyaya sattığımız mallardan (ihracattan) fazla olması durumudur. Son yıllarda yüksek büyüme rakamları ile birlikte ihracatımızda yükselme kaydetmiş ama buna paralel olarak ithalatımızda yüksek rakamlara ulaşmıştır. İthalatta en büyük kalem ekonominin en büyük giderlerinden biri olan enerji kalemidir. Maalesef ki enerji de dışa bağımlı bir ülkeyiz. Daha fazla üretim yaptıkça daha fazla enerji ye ihtiyaç duyduğumuz içindir ki enerji kalemi her geçen sene artmaktadır. Bunun yanında üretim için gerekli olan ara malların büyük çoğunluğu yine ithalat yoluyla sağlanmaktadır. Buna çare olarak bu ara malların ülkemiz içinde üretilebilecek olanlarını teşvikle birlikte ülkemizde ürettirmektir. İthalat içindeki yüksek rakamlı bir başka kalem ise teknoloji ürünlerinin tüketimidir. Kullandığımız teknoloji ürünlerinin neredeyse tamamı ülkemize ithalat yoluyla girmektedir. Bunun yanında yine ithalat yoluyla gelen parçalar ülkemizde montajı yapılarak piyasaya sunulmaktadır.
     Enerji alanında yapabilecek çok bir şeyimiz yoksa da ara mal üretimi ve yepyeni teknoloji ürünlerinin tasarlanması ve üretilmesi konusunda yapabileceğimiz şeyler var. Son yıllarda artan bir şekilde Ar-Ge’ye ayrılan payların artırılması ve bunun için verilen devlet destekleri bu konuda ümidimizi artırmaktadır. Üniversiteler bünyesinde kurulan teknoparklar ve yine şirketler tarafından oluşturulan Ar-Ge departmanları gelecekte teknoloji dünyasında söz sahibi olacağımızı göstermektedir. Sanayi inkılabından önce tarım ekonomisi dünyaya hakimdi. Sanayi inkılabı sonrası üretim ekonomisi dünyaya hâkim oldu. Artık üretim ekonomisi de geri planda kalmaya başladı ve artık önümüzde bilgi ekonomisi dünyaya hâkim olacaktır. Bizim de bu ekonomide yer almak için çok daha fazla işler yapmamız gerekmektedir. Gelecek, güzel gelecek…
İbrahim Özsoy
                                                                                                                    ibrahimozsoy34@gmail.com


24 Mart 2011 Perşembe

Digitürk ve Google davası

Yaklaşık 20 gündür bloglarımız kapalıydı. Kapatılması çok gürültü çıkardı ama açılması ile ilgili ben sadece bir haber gördüm. Google ile Digitürk arasındaki dava süreci yüzünden olan biz blogger'lara oldu. Peki suçlu kim burda? Bence tek bir suçlu değil suçlular var bu işin içinde. Öncelikle suçun büyüğü Blogger sitesinin sahibi Google'da. Sen sitende haksız yayın yapan blogları nasıl tespit edemiyorsun. O kadar teknolojik imkanın varken bu haksızlığı tespit edemiyorsan bu işi yapma o zaman. İkinci suçlu burda devlettir. Çünkü böyle bir davada senin kanunun burada yetersiz kalıyor. Bizim kanunlarımızda böyle bir dava sonucu bir kapatma kararı verilirse bu sitenin tümü için uygulanıyor. Ama asıl yapılması gerekli olan sadece haksız yayın yapan blogların kapatılmasıdır ki kanunlarımız da henüz böyle bir madde yok. Tabi bu işte hırsızın hiç mi suçu yok. Asıl suçun büyüğü onda zaten. E be kardeşim senin yaptığın hak mı. Adam milyonlarca lira para saysın yayın hakkı alsın. Sen dandik bir çanakla bir receiver kutusuyla bu yayını ücretsiz olarak blogunda yayınla. Peki senin bu işten elde edeceğin kazanç sana helal mi peki. İşin birde izleyenler kısmı var. Bre kardeşler, bu tür haksız fiillere iştirak ederek bu adamların suçlarına ortak olmuyor musunuz? Neyse galiba Google ile Digitürk meseleyi çözdüler ama bu tür işler her zaman var olacaktır. Bundan kaçış yok ama bu tür işlere prim vermeyelim. Biz ne kadar talep edersek onlarda bu kaçak yayını yayınlamak için o kadar istekli olurlar. Ekonominin bir kuralıdır. Her talep kendi arzını doğurur. Böyle hukuksuzluklara talep etmeyelim...

1 Mart 2011 Salı

“Kelt Kaplanı” İrlanda Nasıl Oldu da “PIGS ” Ülkelerinden Biri Haline Dönüştü?

“Kelt Kaplanı[1]” İrlanda Nasıl Oldu da “PIGS[2]” Ülkelerinden Biri Haline Dönüştü?
            İrlanda son dönemlerde hep krizle anılır oldu. Bundan 15-20 yıl evvelinde Avrupa’nın parlayan yıldızı olan, kırdığı büyüme rekorları ile nam salan namı diğer “Kelt Kaplanı” İrlanda, şu günlerde ülkedeki işsizlik ve yoksullukla haber bültenlerinde yerini alıyor. Bu yazıda İrlanda’nın ekonomik olarak yükseldiği günlerden bugünlere gelişini irdeleyeceğiz.
ABD’de ortaya çıkan 2008 Mortgage Krizi’nin etkisiyle tüm dünyada büyük bir ekonomik bunalım yaşandı. Dünyanın ekonomik lokomotifi olan ABD’de ortaya çıkan kriz geriden gelen bütün dünyayı da etkisine aldı. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler 2008 ve 2009 yıllarında negatif büyüme oranlarıyla karşılaştılar. Bundan en çok nasibini alan ülkeler ise ABD ile ekonomik bağı en çok olan ülkeler oldu. Bunların başında da İrlanda gelmektedir.
Öncelikle İrlanda’ya tarihsel açıdan bakalım. 1900’lü yılların başlarında İngiltere’nin sömürgesi altında bulunan İrlanda, 1921 yılında yapılan anlaşma ile 32 eyaletten 26’sı bağımsızlığına kavuşmuştur. Geri kalan altı eyalet İngiltere’nin bir parçası olan Kuzey İrlanda’yı oluşturmuştur. Uzun yıllar bağımsızlık mücadelesi verilen ülkede, nüfusun büyük bölümü ABD’ye göç etmek durumunda kalmıştır. Bağımsızlığa kavuştuğunda ise ülke ekonomik olarak bitmiş durumdadır. İlk ekonomik politikalar içe dönük ve korumacı nitelikteydi. Yüksek gümrük tarifeleri ve yabancıların elinde olan sanayinin yasaklanarak devletin ekonomiye el atmasıyla ekonomik bağımsızlık da kazanılmaya çalışılmıştır[3]. 1950’li yıllara gelindiğinde geride kalan 30 yılda uygulanan kapalı ekonomi politikalarının bir işe yaramadığı görülmüş, ekonomi giderek durgunlaşmış ve dış ticarette de İngiltere ile sınırlı kalınmıştır. 1958 yılında Planlı ekonomiye geçiş ve ihracata dayalı ekonomi politikaları yürürlüğe konmaya başlanmıştır. İhracat potansiyeli yüksek olan sanayi dallarında dış yatırımlara sıcak bakılmaya başlanmış ve yeni yatırımcıların ihracattan elde ettikleri gelirlerin 15 yıl süreyle vergiden muaf tutulmalarını sağlamışlardır. İhracat için gerekli olan düşük maliyetli ithalat malları içinde gümrük tarifeleri düşürülmüştür. İrlanda ilk serbest ticaret anlaşmasını İngiltere ile imzalamış ve bu anlaşma İrlanda’yı, AB üyeliğine hazırlayan bir ara anlaşma niteliğinde olmuştur. 1973 yılında ise İngiltere ile birlikte AB’ne kabul edilmiştir. 1979 yılında Avrupa Para Birliği’ne dâhil olmuş ve para piyasaları gelişmeye başlamıştır.
İrlanda ekonomisinin rekorlar kırarak büyüdüğü yıllar 1990’dan sonra başlamaktadır. Özellikle 1998-2002 yılları arasında ortalama %8 oranında büyüme göstermiştir. Bu oran AB ve OECD ortalamasının yaklaşık 3 katından fazladır. Kriz öncesi 20 yıllık işsizlik oranlarına baktığımızda ise %14’ten, % 4’e gerilediğini görüyoruz. Bu başarıların arkasında çok önemli yapısal değişiklikler vardır. İrlanda’nın kalkınma dinamiğinin temel taşı yabancı sermayeyi ülkeye çekmek için uygun ortamı oluşturmalarıdır. Genç ve dinamik nüfusun iş gücü piyasasının gereklerini karşılayabilecek nitelikte yetişmesini sağlamışlardır. Ayrıca en önemli nokta da şudur ki ülkenin çıkarları için bütün kesimlerin işbirliği içerisinde olması ve bir Sosyal Ortaklık yaklaşımının benimsenmesidir.
                Bütün bu hususlara ek olarak da, tarih boyunca ABD’ye göç etmiş, bu ülkenin temellerini atmış, sayıları 50-70 milyon arasında olduğu söylenen İrlanda kökenli Amerikalıların rolünü eklemeliyiz. İrlanda’ya yapılan ABD yatırımlarında büyük payları oldukları açıktır.
                İrlanda’nın en büyük ekonomik partneri ABD’dir. İrlanda da faaliyet gösteren 580 ABD şirketi 100.000 kişiyi istihdam etmektedir. Bu rakam dolaylı istihdamla birlikte 200.000 kişiye ulaşmaktadır. İrlanda da faaliyet gösteren çok uluslu şirketlerin %60’ı ABD kökenlidir. ABD şirketleri İrlanda’ya yılda 2,4 milyar Euro vergi ödemekte, çalışanların maaşları ve ülke içindeki satın aldıkları mal ve hizmetler içinde 13 milyar Euro ödemektedir. İrlanda’nın ortalama 88 Milyar Euro düzeyindeki ihracatının yaklaşık 57 milyar Euro’luk kısmı ABD şirketlerince yapılmaktadır. İmalat sanayinde yapılan üretimin %85’i İhraç edilmektedir.
                Görüldüğü gibi dışa açık ve yabancı sermayeyle büyüyen İrlanda ekonomisi haliyle küresel dalgalanmalardan da nasibini alacaktır. 2007 sonunda yayınlanan bir IMF raporunda, ABD ekonomisi durgunluğa girdiğinde ticari ortakları içerisinde en çok etkilenecek ekonomi İrlanda ekonomisi olarak belirtilmektedir. Verilen rakamlar da çok ilginçtir. ABD’nin büyüme oranında yılda %1’lik düşüş, İrlanda’da %1,75 azalmaya neden olmaktadır. Aynı oran Euro bölgesi için %1,5, İngiltere için %0,25’tir.
                Uzun yıllar yüksek büyüme oranları yakalayan İrlanda 2000’lerden sonra artık durgunlaşmaya başlamıştır.[4] İrlanda da ekonomik düşüş 2007 yılında İrlanda Borsası ISEQ’nun %26 değer kaybetmesiyle gün yüzüne çıkmıştır. Bu oranla AB içerisinde en kötü performans gösteren ülke olmuştur. Değer bazında da 26 milyar Euro’luk bir kayıp olmuştur.
                2008 Küresel Finans Krizi’nin ABD’de çıkış noktasıyla İrlanda’da çıkış noktası aynıdır. İkisinde de çöken emlak piyasası ile bu piyasanın ikiz kardeşi finans piyasasının alt üst olması sonucunda kriz ortaya çıkmıştır. Ekonomik gelişmeyle birlikte finans piyasalarında oluşan serbestlik kredi koşullarını kolaylaştırmıştır. Bunun sonucunda gayrimenkul ve inşaat sektörüne yönelişler artmıştır. Böylece konut fiyatları aşırı artmaya başlamış ve inşaat şirketlerinin borsadaki hisse değerleri de aşırı değerli hale gelmiştir. ABD krizinin tetiklemesiyle bu borsa da yatırım yapan yabancılar paralarını çekmişler ve borsa tepetaklak olmuştur. Kredi ve para temininin daha maliyetli ve zor hale gelmesi ile şirketlerin ekonomik faaliyetlerini yavaşlatmaları ve istihdam daraltıcı tedbirler almaları reel sektöre olumsuz yansımıştır.
                İrlanda’nın 2009 görünümüne baktığımızda vahim durum ortaya çıkmaktadır. Bütçe açığı, Milli Gelirin %14’ü oranındadır.[5] İrlanda’nın toplam borcu 700 milyar dolardan fazladır. Büyüme hızı eksi %7,6’dır. 2009 işsizlik oranları %12 seviyesindedir.[6]
                İlk önce Yunanistan için açıklanan kurtarma paketi yakın zamanda İrlanda için de açıklanmıştır. Yaklaşık 85 milyar Euro’luk bir destek söz konusudur. Bu meblağı bankacılık sermayesinin yeniden yapılandırılmasında ve kamu maliyesinin fonlanmasında kullanabilecektir. İrlanda önceleri bu yardımı istememesine karşın birazda zorla almak durumunda kalmıştır. Çünkü İrlanda bankalarının borçlarının büyük kısmı Avrupa bankalarınadır. Avrupa ülkeleri bu borcu birazda kendilerini kurtarmak amacıyla zorla vermişlerdir. Bu sayede kendi bankalarını da iflastan kurtarmış olacaklardır.
Yararlanılan Kaynaklar:
  • -        İrlanda ekonomisi ve küresel ekonomik kriz – Mustafa Özcan, T.C. Dışişleri Bakanlığı Ekonomik Sorunlar Dergisi Sayı 29
  • -        İrlanda Nasıl Çöktü? – Murat Yülek, Zaman Gazetesi, 28 Kasım 2010
  • -        İrlanda Niye Çöktü? – Metin Ercan, Radikal Gazetesi,  25 Kasım 2010
  • -        Krizlerin Nedenleri – Mahfi Eğilmez, Radikal Gazetesi, 28 Eylül 2010


[1]  Ekonomik olarak rekorlar kırdığı zamanlarda İrlanda’ya verilen, Asya ekonomilerinin de yükselişte olduğu bir zamanda Asya Kaplanları ile özdeşleştirilen deyim.
[2] PIGS: Ekonomik açıdan ciddi risk taşıyan, sürekli borç yükü altında yaşayan, Portugal (Portekiz), Ireland (İrlanda), Greece (Yunanistan) ve Spain (İspanya) ülkelerinin baş harflerinden oluşan, uluslararası yatırımcıların ve akademisyenlerin kullandığı bir kısaltmadır.
[3] İrlanda’nın bu durumu Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılları ile benzerdir.
[4] Üniversitelerde okutulan Büyüme ve Gelişme derslerinde, ekonomilerin yüksek büyüme oranlarından sonra bir durağan duruma yani zirve noktaya ulaşmaları beklenir.
[5] Maastricht Kriterlerine göre bu oran %3’ü geçmemelidir.
[6] Bu oranın 2010 sonunda %14’e çıkması beklenmektedir.

25 Şubat 2011 Cuma

Sigara ve Dünya Hayatı...

     Önce bir tohum düşer toprağa. Her şeyden habersizdir. Suyu içine çektikçe yırtar kabuğunu ve büyümeye başlar. Bir zaman sonra başını topraktan çıkarır. Güneşi ilk kez görür. Onunda yardımıyla daha da gelişir. Yaprakları çoğalır. Çoğaldıkça daha çok sevinir. Evlatlarıdır çünkü onlar. Kendi bağrında çıkan evlatları.  Önceleri yardımıyla büyüyüp serpildiği güneş, zaman gelir kavurmaya başlar onu. Neden böyle yaptığını soramaz bile. Ve bir gün gelir koparılır topraktan. Nasıl beslenir toprak olmadan. Evlatlarını nasıl besler. Ama onu duyan yoktur. Kendi gibi olanlarla birlikte üst üste bir yere yığarlar onları. Başlarına ne geleceğinin endişesiyle beklemektedirler. Ve bir makine görünür uzaktan. Neler olacağını bilemekle birlikte kötü bir şeyler sezmeye başlamışlardır artık. Ve biraz zaman sonra o makinenin içindedir. Koca koca bıçakların arkadaşlarını doğradığını görür ve aynı sonun kendisini de beklediğini. Evlatlarından ayırırlar onu. O nasıl ayrılıp tohum olarak toprağa düşmüşse aynı şey kendi evlatları içinde geçerlidir artık. Onların başına gelecekte neler gelebileceğini bilmektedir ama onlar hiç bir şey bilmiyorlardır. Gövdesi bin bir parçaya ayrılır. Her bir parçası bir yandadır artık. Hiçbirine sesini duyuramaz. Bir zaman sonra bir çok kimyasal olaylar geçmiştir başından. Hiçbirinin neden olduğunu bilmemektedir. Sonra onun gibi aynı işlemlerden geçmişlerle birlikte daracık bir kağıdın içine sıkıştırılmıştır. Dünyası kararmıştır artık. Hala sonunun nereye varacağını bilememektedir. Gün gelir ortalık biraz ışımaya başlar. Herhalde artık özgür olacağım diye düşünür. Bitti bütün sıkıntılar diye iç geçirir. Ama o da ne. Bir sesler duymaktadır ve de bir koku gelmektedir. Aynı kağıt parçasını paylaştıkları arkadaşlarının çığlıklarıdır gelen sesler. Bu da neyin nesi diye düşünür. Ve de ortalık çok ısınmıştır. Tam ne oluyor derken bir alev topunun içinde kalır. 3-5 saniyelik bir zamandır bu süreç. Ve ateş onu kavurur, küllerini de savurur. Dumanı da havaya savrulur gider ve saniyeler içinde dağılır. Dünyaya bıraktığı iz o 3-5 saniyelik dumandır. Zaten oda hemen dağılır.
     Dünyaya gelen insanın başından da buna benzer bir süreç geçer. Tohum olarak gelir dünyaya. Büyür, serpilir. Gün gelir evlatlara sahip olur. Zamanı gelince onlarda bırakıp giderler. Kalırsın bir başına. Çok çetrefilli olaylar geçer başından. Neler olduğunu anlayamazsın. Gün gelir yeniden güneşin doğduğunu hissedersin. Ama o ışıltı başkadır. Seni alıp götürecek olan Meleğin ışıltısıdır o. Etrafında bağırışlar duyarsın ama sen ne olduğunu anlayamadan göçüp gidersin bu hayattan. İnsanların zihninde 3-5 gün yer tutarsın. Ondan sonra zaten unutulup gidersin...
(Bu yazı, hayatta garip yaşamış ve garip ölmüş insanlara ithaf olunmuştur. Arkalarından bir Fatiha okuyanı bulunmayan insanlara bu vesileyle bir Fatiha gönderelim...)

16 Şubat 2011 Çarşamba

Postacı ve Mektup...

     Gazetelerin düzenli olarak çıkarmış oldukları kitap ekleri vardır... En çok okumayı sevdiğim şeylerdir onlar... Geçenlerde yine bir kitap eki okuyordum...Cahit  Zarifoğlu'nun Mavera dergisine yazı gönderen insanlara göndermiş olduğu mektuplar bir kitap halinde yayınlanmış...Onlara edebi eleştiriler getirirmiş bu mektuplarında...Bu mektupların üslubu, Zarifoğlu'nun köşesinde ki üslubuna çok benzemekteymiş...Zaten benzemesi lazım gelir...Yazar'ın üslubu her yerde aynıdır...
     Neyse bir an mektupların eskiden hayatımızda ne kadar hayati bir rol oynadığı aklıma geldi...Günümüz teknolojisine yenik düşerek, mazinin iletişim aracı oldu artık mektuplar...Telefon teknolojisi bu kadar yaygınlaşmadan önce hele hele e-mail'in daha fikri ortada yokken, mektuplar, taraflar arasında bir iletişim ağıydı...Zamanının en iyi iletişim aracıydı...Onun da atası telgraftı tabii onu da unutmamak gerekir...Neyse mektuplar, fiziken uzakta olan insanlar arasında bir iletişim aracıydı...Taraflar o sayfalara neler neler yazmamıştır ki...Asker mektupları, Aşk mektupları, Edebi mektuplar, Özel gün ve gecelere yönelik mektuplar vb. gibi çeşitleri vardı...Mektup yazmanın bir adabı vardı...Girişi olsun, selam gönderimi olsun, gelişmesi ve sonucu olsun hepsininbir kuralı vardı...Yazılı kurallar değildi bu tabii...Genel kabul görmüş bir kurallar sistemiydi...Tüm bunlar teknolojik gelişmeyle birlikte hayatımızdan kalktı. Artık e-mailler var. Keşke bu kurallar sistemini e-mail'e de aktarabilseydik. Ama ne yazık ki "hız" çağında bulunduğumuzdan yazımızda da bu "hız" a ayak uydurmak zorundayız.
     Bir zamanlar "Postacı" lık gözde meslekti. Herkes onların yollarını gözlemekteydi. İnsanlar arasında iletişimi sağlayan en önemli araçtı onlar. Şimdilerde işleri sadece kredi kartı ekstreleri ve mahkeme tutanakları getirmek durumuna düşse de mazinin gizli kahramanlarıydı onlar. Yıllar geçtikçe ve değişenleri gördükçe insan bir değişik oluyor be yaa...yaşlandık mı ne...:))

10 Şubat 2011 Perşembe

Bir diyalog üzerine aklıma üşüşenler...

Geçenlerde şahit  olduğum bir doktor-hasta diyaloğunu aktarmak istiyorum:
(Doktor: D, Hasta: H)
D: Neyiniz var amca?
H: Öksürük çok fazla doktor oğlum.
D: Sigara kullanıyor musun amca?
H: Evet.
D: Bırakman lazım amca.
H: ...
D: ...

Burada ne var normal bir doktor-hasta diyaloğu diyebilirsiniz. Benim takıldığım nokta başka ama. Doktorun "Sigarayı bırakman lazım." söyleşinin şekline takıldım ben. Doktor bu cümleyi söylerken elinde bir kağıt bir şeyler yazıyordu ve hastaya hiç bakmadan söyledi bu cümleyi. Ama öylesine söylenmiş havası vardı cümlede. Ben öyle sezdim. Düşündüm; büyük ihtimalle o doktorun kendisi de sigara kullanıyordu ve öyle bir kere söylemeyle sigaranın bırakılamayacağını kendisi de biliyordu. Ama refleks gereği bu cümleyi söylemeliydi. Ve söyledi de. Ne kendisi inandı bu söylediğine ne de Hasta amca. Tekrar daldım düşüncelere. Sen kendin inanmadığın bir şeyi karşındakine söylediğinde onu bu şeye ne kadar inandırabilirsin? Bir kere inanmadan söylediğin sesinin tonuna yansıyor. En azından ona bir neden sun. Şundan dolayı falan de.Yok öle bir şey. Sadece söyle geç. Olur mu? Olmaz. Meşhur bir örnektir: Ebu Hanife'ye bir baba çocuğuyla birlikte gelir ve adam der ki: "Çocuğum çok şeker yiyor. Ona nasihat et de bıraksın bu alışkanlığını." Ebu Hanife adama: "40 gün sonra gelirseniz yardımcı olurum." demiş. Adam neden olduğunu anlamamış ama 40 gün beklemiş ve tekrar gitmiş. Ebu Hanife bu sefer çocuğu yanına almış ve nasihat ederek çocuğun bu alışkanlığından vazgeçmesini sağlamış. Ama adamın kafasına takılmış neden 40 gün sonra diye ve sormuş Ebu Hanife'ye. Ebu Hanife'den gelen cevap bu yazının da ana fikrini oluşturuyor: "Siz gelmeden önce ağzıma bir şeker atmıştım. Siz geldiğinizde hala ağzımda şeker tadı vardı. Ağzımda ki şeker tadıyla çocuğa nasıl şekeri bırak diye nasihat ederdim. Vücudumda ki şekerin etkisi geçince yani 40 gün sonra gelmenizi bu yüzden söyledim." demiş. Birine bir nasihat vereceğimizde önce kendimize baksak daha iyi  olmaz mı?...(hikayeyi hatırladığım kadarıyla yazdım...sürç-ü lisan varsa bizden biliniz...)

28 Ocak 2011 Cuma

İki Dil Bir Bavul Filminin Bende Bıraktığı Etki...

Az önce "İki Dil Bir Bavul" filmini izledim. Bazı yerlerde güldüm ama genellikle hüzünlü bir şekilde izledim. 7-8 yaşına gelmiş bir çocuğun karşısına bir öğretmen geliyor ve ona anlamadığı bir dilde bir şeyler söylüyor. İçlerinde büyük sınıflar da var ve onlar Türkçeyi biliyorlar. Onların yardımıyla bir şeyler anlamaya çalışıyorlar. Bu olaya iki yönlü bakalım. Öğrenci gözünden bakarsak hiç bilmediği ve anlamadığı bir dilde eğitim almaya çalışıyor. Anadilini sınıf içinde kullandığında öğretmeninden azar işitiyor. Ama çocuk ne yapsın bilmiyor ki öğretmenin ne dediğini o da refleks olarak Kürtçe cevap veriyor. Öğretmen yönünden bakarsak olaya; yeni okulda mezun olmuş bir öğretmen. Hiç doğuya gelmemiş, dilini bilmiyor. Çocuklarla anlaşamıyor. Bulunduğu şartlar gerçekten zorlayıcı. Suyu yok, elektrik devamlı kesiliyor. Ayrıca hiç Türkçe bilmeyen çocuklara Türkçe öğretmeye çalışıyor. Öğretmenin Türkçe bilmeyen öğrenciler karşısında çaresizliği. Gerçekten sabır isteyen bir iş. Filmde görüldüğü gibi bazen sabrı taşıyor. Her insanda olabileceği gibi. O çocukların halini görünce gerçekten içim cız etti. Çocukların yüzlerindeki o masumiyet ve mahcubiyet. Öğretmenin verdiği yeşil bir kalem açacağı çocuğu ne kadar sevindirdi. Annesine ballandıra ballandıra anlattı. Öğretmeninin bir başını okşaması yüzünde gülücükler açmasını sağladı. Yıllarca devletin soğuk yüzünü görmüşler. Başları okşandığında tabii ki de yüzünde güller açacak. Bir çok insana saçma gelebilir tüm bunlar ama hepsi realite. Biz gitmesek de görmesek de orada öyle bir yaşam var. Hani ilkokulda bize bir şarkı öğretmişlerdi hatırlarsınız. "Orada bir köy var uzakta/O köy bizim köyümüzdür/ Gitmesek de görmesek de/O köy bizim köyümüzdür." Bu şarkının nereden geldiğini biliyor musunuz? Bu şarkı Tek Parti zihniyetini ortaya koyan bir şarkı. O dönemde köyde yaşayan halk kendi haline bırakılmış. Gerçek dünyadan tecrit edilmiş. Ama gidilmese de görülmese de o köylerin sahipleri bilmişler kendilerini. Sen o köye, köylüye emek vermeden nasıl kendini oranın sahibi sanırsın, bizim dersin. O çocukların perişaniyetini görünce bu şarkı ve hikayesi aklıma geldi hemen. Bizim ülkemizden nice muhteşem insanlar çıkar ama onlara gereken ortamı sağlarsan. Ben kendime bakıyorum. İçinde bulunduğum nimetlere bakıyorum. Ve gerçekten hakediyormuyum tüm bunları bilmiyorum. Bu sorunun cevabını veremiyorum kendime. Acıtacağını bildiğim için söyleyemiyorum. O çocuklara bakıyorum. Ders çalışmak için ne sıkıntılara katlanıyorlar. Babası kalem aldığında sevinçten havalara uçacak neredeyse. Bense hiçbir şey olmamış gibi davranabiliyorum. Son zamanlarda gerçekten sorguluyorum kendimi. Ben tüm bu nimetlerin karşılığını nasıl vereceğim diye. O çocukları gördükçe daha kötü oluyorum. Rabbimden ümitvarım sadece. Başka da elden bir şey gelmiyor...

23 Ocak 2011 Pazar

Osmanlı Hoşgörüsünü Canlandırmak

Geçenler gazete okurken bir haber dikkatimi çekti. Cumhurbaşkanı'nın Yemen'de Türk Şehitliği açılışında söylenen "Yemen Türküsü"nde gözyaşlarını tutamadığı yazıyordu. Cumhurbaşkanı yaptığı konuşmasında bir şey daha ilgimi çekti: "Bir önceki akşam yenilen resmi yemekte bulunan yetkililer "Tuna nehri akmam diyor, etrafımı yıkmam diyor, şanı büyük Osman paşa, plevneden çıkmam diyor" türküsünü hep birlikte söylediler" ortak hafıza yaşamaya devam ediyor" demiş. Bu sözler beni bir an düşünceye sevk etti. Yıllar evvel aynı bayrağın altında yaşamış insanların yıllar sonra, araya ne kadar uzun zaman girsede, birbirlerini unutmadıklarını düşündüm. 600 yıllık Devlet-i Aliye'nin, nasıl bu kadar  uzun yaşadığının kanıtıdır bu resim bence. Asırlar boyunca kardeşçe yaşayan 72 millet, bu gün baktığımızda yeniden o günlere çalışmaktadır. Cumhurbaşkanının dediği gibi "Atalarımız gibi topraklarımızda vizesiz dolaşmak istiyoruz." Araya giren onca seneye rağmen hala bu milletler bir araya gelebiliyorsa bunu Osmanlı'nın hoşgörüsünde aramak lazım. Tarihe baktığımızda etnik milliyetçilik yapan devleterin yıkılmaya mahkum olduklarını görürüz (örneğin; emeviler veya hitlerin almanyası). Ama sorumluluk alanında yaşayan halka her türlü hoşgörüyü sağlayan devletler uzun yıllar boyunca yaşamaktadır. Türkiye açısından baktığımızda yıllarca yürütülen etnik politikaların ülkeye hiçbir katkısının olmadığının anlaşılması çok önemlidir bence. Osmanlının sağlayabildiği hoşgörü ortamının yarısını sağlayabilsek bugünden daha mutlu bir ülke olacağımız kesin...

20 Ocak 2011 Perşembe

2,5 aylık bebeğin açlıktan ölmesi üzerine...

Az önce okuduğum bir haber yıktı viran etti beni. 2,5 aylık bir bebeğin açlıktan öldüğünü okudum. Bir an durdum düşündüm. 2,5 aylık bir bebekti ölen. Ve de açlıktan ölen. Kendime baktım. 3 öğün yemek hemde dolu dolu. Kendimden utandım. Kübra bebekten utandım. Ahirette yakama yapışacağından korkuyorum. "Ben açlıktan ölürken sen tokluktan ölüyordun." dese söyleyecek bir sözüm yoktur ona karşı. Boynumda bir kul hakkı olduğunu biliyorum bu günden sonra. "Komşusu açken tok yatan bizden değildir." ihtarına muhatabım artık. Gerçi çok önceden biliyordum bu ihtarı. Ama hiç üzerine düşünmemiştim. Beni muhatap aldığının farkında değildim. Bu günden sonra farklı olmalı artık. Bugün bana bir ilahi bir ihtardı bu. Kendine çeki düzen ver denildi. Gerçekten de içinde bulunduğum duruma baktım. Sahip olduğum nimetlere baktım. Ve ne kadar az şükrettiğimi gördüm. Bu ölüm bizler için bir ibret. Allah(c.c) bizlere kendini hatırlatıyor. Bunun içinde minik Kübra'yı vesile kılıyor. Ayrıca ailesininde ahirette kurtuluşunun bileti oluyor. Minik Kübra'nın gördüğü vazifenin büyüklüğünü anlayabiliyor muyuz?
Haberin linki: (http://www.haber7.com/haber/20110119/25-aylik-Kubra-bebek-acliktan-oldu.php)

10 Ocak 2011 Pazartesi

Gelecek Üzerine Sesli Düşüncelerim...

Yine gece vakti uyanığım. Biraz ders çalıştım. Günün ışımasına az kaldı. Artık yoruldum ve bıraktım. Müzik açtım ve kendimle konuşuyorum şu an. Gelecek son günlerde kafamı çok kurcalayan bir konu. Bazen diyorum ki: "1 saat sonraya çıkacağın belli değil sen geleceği düşünüyorsun." Hemen karşı cevap geliyor: "Ama ya 100 sene yaşarsam." Bu türlü çelişkilerle kafamda kavga ediyor düşünceler. Son sınıfta olmanın verdiği bir rahatsızlık ta var tabii işin içinde. Okul bitecek sonrasında ne yapacağım diye düşünüyor insan. Gelecekte çalışacağım mesleğim acaba beni mutlu edecek mi? Yoksa bende çoğunluğa uyup karnımı doyuracağım ama zevk almayacağım bir mesleğe mi sahip olacağım. Sevdiği, zevk duyduğu mesleği yapıp da para kazanan insanları çok kıskanıyorum. Düşünsenize sizce dünyanın en zevkli işini yapıyorsunuz ve aynı zamanda geçiminizi de sağlıyorsunuz. Bu muhteşem bir şey. Çocukken ne olacaksın diye sorarlar hani hep büyükler. Benim cevaplarım da bir çok insan gibi zaman zaman değişmiştir. Hani belki hatırlayanınız vardır. Eskiden öğretmenlerin ellerinde öğrencilerle alakalı sarı dosyalar olurdu. Çok merak ederdik içinde ne yazıyor diye. Özellikle de sene sonlarında çıkardı o dosyalar ortaya. Hocalar harıl harıl dosyalara bir şeyler yazarlardı. İlkokul 4 idi yanlış hatırlamıyorsam. Hala saygıyla andığım Nahit Sanga hocam sormuştu bana ilk kez "Gelecekte ne olacaksın?" sorusunu. Biraz düşündüm ve "Deniz Subayı olacağım öğretmenim" diye cevaplamıştım. Neden öyle dedim bilmiyorum, hatırlamıyorum şu an. Belki de o dönem izlediğim bir şeyden etkilenmiştim. Sonra dönem dönem değişti gelecekte yapmak istediğim meslekler. Bir ara Komiser olmak istiyordum. Liseye geçince yine değişti yapmak istediğim meslek. Lise 1. sınıfta ki bilgisayar öğretmenimize özenerek, bilgisayar öğretmeni olmak istedim. En son Lise son sınıfa geldiğimde üzerinde karar kıldığım bir meslek yoktu. Bunu yapmış olduğum ÖSS tercihlerimde görebiliyordum. Çok çeşitli bölümler yazmıştım. Hukuk, Pdr, İşletme, Kamu Yönetimi, Maliye, Ekonomi. Bunlardan hangisi gelirse o bölüme gidecektim. Ekonomi bölümünü kazandım. İlk başlarda biraz tereddüt yaşadım. Acaba yapabilir miyim ben bu bölümde diye. Derslere girince zevkli konuları görünce kaygılarım gitti tamamen. Şimdi düşünüyorum da iyi ki de ekonomi okumuşum diyorum kendi kendime. Ekonomi okuyoruz ve yakında bitecek inşallah. Ama ben hala hangi mesleği yapacağımı bilmiyorum. Önümde çok çeşitli seçenekler var ama karar kılamıyorum. Gelecekte beni mutlu edecek mesleği yapmak istiyorum. Şimdiye kadar verdiğim kararların doğruluğunu bana gösterdiği için Rabbime şükrediyorum. İnşallah gelecekte yapacağım meslek içinde aynı doğru seçimi yaparım...

6 Ocak 2011 Perşembe

İlk karar anı...

2 gün önce başımdan geçen bir olaydan çıkardığım derslerden bahsedeceğim. 2 gün öncesine kadar "Klasik Üniversite Öğrencisi Modeli" nin içerisinde bende girmekteydim. Artık aldığım radikal kararlarla o modele benzemekten olabildiğince kaçınacağım. Neyse konuya döneyim. Aylarca önce verilmiş bir ödevi yapmayı teslim tarihinden bir gün önceye bırakırsan ne olur? İhtimaller; ya canını dişine takarsın ödevi bitirirsin, yada "yapabildiğimi yapayım gerisi kalsın" dersin. ben 2. seçenekteki gibi yapabildiğim kadarını yaptım ve bıraktım. Ama bir düşünce aldı beni. Dedim kendi kendime "Bu ödev sana 2 ay önce verildi ama sen şimdiye kadar salladın ve yapmadın. Şimdide durmuş elimden geleni yaptım diyorsun. Bu mu senin elinden gelen. Yarın hocanın karşısına çıkıp hocam ben elimden geleni yaptım ama olmadı mı diyeceksin. Hoca demez mi -ben bu ödevi 2 ay önce verdim size ama sen bana gelmiş elimden geleni yaptım diyorsun. 2 aydır neredeydin- diye". Böyle kendimle kavga ettikten sonra dedim ki "Ben bu ödevi yapmadan yatmayacağım. Saat kaç olursa olsun". Başladım ödevin geri kalanını yapmaya. Bıraktığım zaman gözümde büyüyen sorular şimdi teker teker aştığım engellere dönüşmüşlerdi. 1,2,3,5,10,20 derken bir bakmışım 50. soruya gelmişim ve aradan tam 6 saat geçmiş. Nasıl geçtiğini anlamadığım 6 saat. Ve o an öyle bir mutlu oldum ki tarifi imkansız. Bu sefer yine kendimle konuşmaya başladım: "Bak gördünmü bir de ben bu ödevi bitiremem diyordun. Nasıl bitti bak. Senin yanlışın o ilk gayreti gösterememendi. O ilk kararı verdiğin an zaten bitirmiştin sen o ödevi. Gerisi 6 saatlik bir teferruattı sadece." Ödevi tamamlamış olmanın verdiği huzurla ve 6 saat sandalye de oturmanın verdiği bel ağrısıyla kanepeye uzandım. Nasıl bir rahatlık anlatamam. Sanki dünyanın yükü üzerimdeydi de o an kalktı. O kadar rahatım yani. Neyse bundan sonrasını kısaltayım. Ödevimi hocama gösterdim ve beklemediğim kadar iyi bir not aldım. Aynı zamanda hocamla geleceğe dair çok güzel sohbet ettik ve ben huzurum kat kat artmış bir şekilde ayrıldım odadan. Daha sonra düşündüm. Ya ben bu ödevi yapmasaydım ve o şekilde hocanın yanına gitseydim. Aman Allah'ım yaşayacağım utancı düşünemiyorum. Yerin dibine geçerdim herhalde. Sonrasında Rabbime çokça şükrettim, teşekkür ettim. İçime atmış olduğu o ilk kıvılcım için. O ilk karar olmasaydı bütün bu huzuru yaşayamayacaktım. Ve içime doğdu bu karar benim yaşantımda çok keskin bir köşe olacak galiba...(bu yazı birçok insana çok saçma gelebilir, ama şu an içimi dökmek istedim sadece ve kendiliğinden döküldü kelimeler, durduramadım...Yapacak bişey yok...)

12 Eylül 2010 Pazar

referandum günü izlenimlerim ve ilk oyum...

bu sabah mutlu bir şekilde kalktım...ilk önce aldım gazetemi elime başlıklara göz gezdirdim...sonra çok güzel bir kahvaltı yaptım...ve hayatımdaki ilk oyumu kullanmak için ailemle birlikte şirin mahallemizin şirin mi şirin okuluna doğru yol aldık...giderken yoldaki insanları inceledim...kimisinin yüzü mutlu kimisi biraz üzgünce...ve aynı benim gibi ilk oyunu kullanmaya giden genç kardeşlerimi gördüm...yüzlerinde bir ışıltı...geleceği beraber şekillendireceğimiz arkadaşlarım...acaba dedim içerde verecekleri oyun ne anlama geldiğini biliyorlarmı...belkide ailesinde 12 eylülün çilesini çekmiş olanlar vardı...onlar kesin bu referandumun ne anlama geldiğini anlatmışlardır çocuklarına...ama ya benim gibi olanlar...benim bildiğim kadarıyla benim ailemde 12 eylül de içeri atılan veya işkence gören bir kimse yok...yada ben bilmiyorum...aile meclislerinde şimdiye kadar hiç duymadım...ama o acıyı bilmek için illa ki ailemde olması gerekmiyor...milletim o acının ne demek olduğunu bildiği için bana da sirayet ediyor o acı...o dönemi yaşayanları dinledikçe düşünceye dalıyorum...acaba ben o durumda olsam o işkencelere dayanabilirmiydim...yoksa hemen pes mi derdim...hiç bilmediğim ve işlemediğim suçumu kabul mu ederdim...bilmiyorum...ne derdim acaba gerçekten bilmiyorum...işte o günleri biz veya bizden sonrakiler bir daha yaşamasın diye gittim oyumu kullandım...ne kullandığımı söylememe gerek yok...anlaşılmıştır sanırım...Rabbim bizlere bir daha o günleri göstermesin...bir daha yaşanmasın o acılar...bir kez daha ağlamasın anneler, babalar, kardeşler, abiler, amcalar... bir daha olmasın lütfen...

4 Ağustos 2010 Çarşamba

uzun bir aradan sonra yeniden

Herkese İyi günler,

Uzun bir aradan sonra yeniden blogumda yazmaya karar verdim. Bu bloğu yaklaşık olarak 2 sene önce açmıştım. Ama etkin şekilde kullanmak nasip olmadı bugüne kadar. Bundan sonra mümkün olduğunca etkin bir şekilde paylaşımlar yapacağım. Okuyucularımın yorumlarına açık paylaşımlar olacak. Görüşmek üzere...